Analiz

Türkiye-Fransa ilişkilerinde yeni AB vizyonu

Geçmiş dönemlerde Türkiye karşıtlığıyla beslenen Fransız siyasetinin rasyonel bir dönüşüm içerisinde olduğu ve ilişkilerde "AB tıkanıklığı"nın ötesine geçilmesi gerektiğine dair bir bilincin ortaya çıktığı söylenebilir.

Doç. Dr. Emel Parlar Dal  | 08.01.2018 - Güncelleme : 24.01.2018
Türkiye-Fransa ilişkilerinde yeni AB vizyonu

İstanbul

İSTANBUL- EMEL PARLAR DAL

Cuma günü gerçekleşen Erdoğan-Macron görüşmesi, ikili ilişkilerde bundan sonraki dönemde hangi konu başlıklarının öne çıkacağını, hangilerinin daha geri planda kalacağını göstermesi açısından ve her şeyden önemlisi de Türkiye’nin AB üyeliği perspektifiyle ilgili olarak her iki ülke liderinin nerede durduğunu açıkça ve samimi bir şekilde ortaya koyması bakımından önem arz ediyor.

Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye adaylığının resmi olarak ilan edildiği 1999 yılından itibaren Fransız siyasetçi ve devlet adamlarının, Türkiye’nin üyelik perspektifiyle ilgili net ifadeler kullanmaktan kaçınarak, süreci belirsizlikte sürdürme siyasetinin, Erdoğan-Macron görüşmesinden sonra yeni bir döneme girerek somutlaşmaya başladığı düşünülebilir. Türkiye’nin adaylık sonrası hızlı bir Avrupalılaşma sürecine girerek AB ile ilgili reformlara hız verdiği ve de AB üyeliğini önemli bir stratejik öncelik olarak belirlediği 2000’li yılların başında ve özellikle de 2007-2012 döneminde görev yapan eski Fransız Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy döneminde, üyelik perspektifi ile ilgili olarak Fransa’dan destek gördüğünü söylemek oldukça güç. Öyle ki, 2000’li yılların ilk dönemi, özellikle Fransız siyasetinde Türkiye’nin gerçekte Avrupa’ya ait olup olmadığı ve olası üyeliğinin tarihsel, dinsel ve kültürel kimliğiyle uyumlu olup olmadığı ekseninde yoğunlaşan oldukça derin ve hararetli tartışmalara sahne oldu.

İşte bu dönemden itibaren Türkiye ve Türkiye-AB ilişkileriyle ile ilgili tartışmalar gerek Fransız iç politikasının malzemesi olarak siyaseten oldukça kullanışlı popülist bir malzeme gerekse de sol ya da aşırı milliyetçi kanattaki partiler tarafından seçim kampanyalarının önemli bir parçası haline geldi. Son yıllarda Türkiye’nin AB üyelik perspektifinin göreceli olarak zayıflamasının da bir sonucu olarak Fransız siyasetinde Türkiye üzerine popülist söylemler eskisi kadar yaygın ve etkili olmamakla birlikte 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde özellikle aşırı milliyetçi cephenin adayı Marine Le Pen tarafından kısıtlı da olsa kullanılmaya devam etti.

Kampanyası sırasında da Türkiye konusunu bir iç politika malzemesi yapmaktan kaçınan Emmanuel Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris ziyareti sırasındaki ortak basın toplantısında benimsemiş olduğu söylemle de bu siyasetini devam ettirdi ve "Türkiye karşıtlığı” ve de “belirsizlik”’ten beslenen bir Türkiye söylemi ve politikası benimsemeyeceğini kanıtladı. Macron’un “gerçekçi” Türkiye siyasetinin gerek Türkiye-Fransa gerekse de Türkiye-AB ilişkileri açısından ne derece ezber bozucu bir etki yarattığını anlamak için henüz erken olsa da iki ülke ilişkilerinin son dönem içinden geçtiği tarihi süreç dikkate alındığında, Fransa’nın Türkiye ile ikili ilişkilerini AB üyeliği ötesine geçirmek isteyen bir tutum sergilediği ve görüş farklılıklarından ziyade uzlaşı alanlarını öne çıkaran yapıcı ve uzlaştırıcı bir ton benimsediği söylenebilir.

Türkiye-AB ilişkilerinde "gerçekçilik"

Erdoğan-Macron görüşmesinin Türkiye-AB ilişkileri açısından en önemli sonucu, gelinen nokta itibarıyla ilişkilerin üyelik perspektifinden ziyade ortaklık perspektifine doğru kayma göstermesi ve bu mevcut durumun da artık her iki ülke lideri tarafından kanıksandığının sinyallerinin satır aralarında ifade edilmesidir.

Bir taraftan basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin AB kapısında bekletilmesinden ülkesinin duyduğu yorgunluk ve bıkkınlıktan bahsederken, Fransız mevkidaşı ise Türkiye’nin AB üyelik sürecini yeni fasılların açılmasına olanak verecek şekilde normal seyrinde ilerliyormuş gibi düşünmenin ikiyüzlülük olduğunun altını çizdi. Yine aynı şekilde Macron, AB’nin Türkiye’ye her zaman iyi davranmadığını ve bunu yaparken de hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyleri mümkünmüş gibi gösterdiğini belirtti ve fakat bu durumun Türkiye ve Türk halkının geleceğini, Avrupa ve Avrupa ile birlikte aramasının önünde bir engel olmadığının altını çizdi. Hollande döneminde de Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili benzer bir tavır takınılmış ve Türkiye-AB ilişkileri söz konusu edildiğinde Sarkozy döneminden farklı olarak “saldırgan” ve “incitici” bir dil kullanılmaktan kaçınılmıştı. Bu açıdan bakıldığında Macron’un Türkiye siyasetinin bir önceki dönemin devamı niteliğinde olduğu, ikili ilişkilerin ticaret, askeri-savunma ve kültürel alanlarda daha güçlü bir ivme kazanmasını, Türkiye-AB ortaklığının güçlü bir şekilde dile getirilmesi ve de Türkiye’deki temel hak ve özgürlüklerle ilgili eleştiriler devam etmekle birlikte tonunun daha makul bir seviyeye düşürülmesi açısından geçmiş dönemden farklılıklar gösterdiği söylenebilir.

Esasen, Erdoğan-Macron ortak basın toplantısında özellikle Macron’un Türkiye-AB ilişkileri ve insan haklarıyla ilgili konularla ilgili görüşlerini bildirirken benimsediği gerçekçi yaklaşım sadece Türkiye ile kısıtlı değil. Fransız medyasında da sıklıkla bahsedildiği gibi Macron’un dış politikadaki aktivizmi “herkesle konuşabilme” ve “gerçekleri konuşma” prensibi üzerine kurulmuş bir metodun üzerinde temellenmiş görünüyor. Geçen sene mayıs ayında Versailles’da Rus lider Putin ile gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında da Macron rencide etmekten uzak ve makul bir tonda Rusya’daki temel hak ve özgürlüklerle ile ilgili eleştirilerini dile getirmiş ve yine Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ziyaretinde benzer bir duruş sergilemişti.

Erdoğan-Macron görüşmesi de Macron’un “gerçekleri söyleme” siyasetinin bir yansıması olarak vuku buldu ve Fransız Cumhurbaşkanı, mevkidaşı Erdoğan ile ortak basın toplantısında Türkiye’nin AB perspektifiyle ilgili olarak şu sözleri söyledi: “Son gelişmeler ve Türkiye’nin tercihleri (entegrasyon) söz konusu süreçle ilgili olarak her hangi bir ilerlemeye olanak tanımıyor. (…) Türkiye’nin adaylık sürecinin önümüzdeki senelerde sonuçlanacağını düşünmüyorum. Ama benim isteğim Türkiye ve Türk halkının Avrupa çıpasını koruması ve birlikte daha fazla işler yapmasıdır.” Bu görüşlerini Türkiye-AB ilişkilerinin entegrasyon çerçevesinde değil onun yerine “işbirliği” ve “ortaklık” çerçevesinde yeniden düşünülmesi önerisiyle tamamlayan Fransız Cumhurbaşkanı, ayrıca Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı gerek terörizmden kaynaklanan gerekse de darbe girişiminden kaynaklanan problemlerini anlamakla birlikte Türkiye ile özellikle bireysel özgürlükler hakkında anlayış farklılıklarının olduğunun altını çizdi ve Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonuyla tümüyle uyumlu olmaya davet etti.

Bireysel özgürlüklerle ilgili meselelere dair ise Macron, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ikili görüşmeler esnasında spesifik olarak bazı kişi ve olaylar hakkında -ki, bunların arasında haklarında terör davası açılan akademisyenler ve bazı sivil toplum örgütü temsilcileri ve gazeteciler de var-, sorular sorduğunu söyledi ve Türkiye’ye bir liste ilettiklerini ve bu alanda iki ülke arasında diyaloğun devam edeceğini, bireysel özgürlüklerle ilgili problemlere somut çözümler bulunacağına dair beklentisinin olduğunu ifade etti. Bireysel özgürlüklerle ilgili olarak mevkidaşı ile farklı görüşlerini ise “Hukuk devleti bölünmez. Fikir eğer suça ya da terör tezlerine davet içermiyorsa bir fikirdir ve de özgürce açıklanmalıdır” şeklinde dile getiren Macron’a Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanıtı ise “Terör kendi kendine oluşmuyor, terörün ve teröristin bahçıvanları vardır. Bu bahçıvanlar işte o 'düşünce adamıdır' diye bakılanlardır. Onlar, gazetelerin köşelerinden orayı sularlar. Bir gün gelir bakarsınız ki bu insanlar karşınıza terörist olarak çıkarlar" şeklinde oldu. Buradan hareketle görüşmede öne çıkan iki önemli meselede -bunlardan ilki Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinin doğal sürecinde ilerlediğine dair inanç, diğeri ise bireysel hak ve özgürlükler-, iki ülkenin uzlaşmaya imkan vermeyecek kadar uzak noktalarda ve farklı bakış açılarında olduğudur.

AB'de restorasyon süreci ve Fransa'nın liderlik arayışı

Türkiye’nin AB üyeliği ve Avrupa’ya aidiyetiyle ilgili uzun yıllardır devam eden ve sonuca ulaşmaktan uzak olan kısır tartışmalar ve de bireysel hak ve özgürlüklerle ilgili görüş farklılıkları bir kenara bırakıldığında Türkiye-Fransa ilişkileri uzun yıllara dayanan gerek ticaret gerekse de kültür-eğitim alanında önemli bir altyapıya sahip.

Mevcudun ve kazanılanın üzerine yenilerin inşa edilmesi suretiyle ve “birbirine normal bakabilme” üzerinden ikili ilişkilerde yeniden bir sinerji meydana getirmek esasen hiç de imkansız değil. Keza, her iki ülkenin lideri gerek küreselde gerekse de bölgeselde kendi ülkelerine tekrardan “grandeur politique” (politik ihtişam) kazandırma ve ülkelerinin gücünü ve statüsünü artırmayı hedefliyor. Buradan hareketle, ikili ilişkilerin “Avrupa” sorunu dışarda tutularak yeniden ticaret ve askeri ortaklık gibi stratejik konular üzerinden yeniden tanımlanması her iki ülkenin de çıkarına. Türkiye’den bakıldığında özellikle son iki senedir Avrupa ile bozulan ilişkileri yeniden tamir etme ve bunun için de Avrupa başkentlerinde kendine yeniden destek arama ve ikili ölçekte karşılıklı güven tesisi ve de son dönemde Rusya ile stratejik ve askeri meselelerdeki yakınlaşmanın dengelenmesi elzem görünüyor. Fransa’nın ise ilk olarak bölgesel ölçekte değerlendirildiğinde Almanya’da hükümetin kurulamamasından kaynaklı Avrupa’da bir güç boşluğunun oluştuğu bu geçiş döneminde ve yine Brexit sonrası yeniden bir restorasyon sürecine giren AB’de “güçlü ve istikrarlı” ülke olarak Avrupa liderliğini elinde tutmak istediği görülüyor. Küresel ölçekte ise yeni Fransa cumhurbaşkanı ve hükümetinin geçmiş dönemlerden devraldıkları Fransız ekonomisini ilgilendiren yapısal sorunları çözmek istediğini ve böylece Fransa’nın tekrar yüksek büyüme rakamlarını yakalaması arzusu içinde olduklarını söylemek yanlış olmaz. Buradan hareketle Fransa’nın özellikle ticari ilişkileri geliştirme potansiyelinin olduğu Türkiye gibi yakın komşuluk alanı içindeki ülkelerle mevcut ekonomi diplomasisine ivme kazandırma isteği taşıması oldukça rasyonel bir karar olarak karşımıza çıkıyor.

Aynı rasyonelliğin Türkiye için de geçerli olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris’te Fransa Sanayiciler ve İşadamları Derneğinde (MEDEF) Fransız iş adamlarıyla buluşmasında yaptığı konuşmanın satır aralarında görmek mümkün. 2023 yılında Türkiye’yi dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisinden biri haline getirme hedefinin dile getirildiği bu konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki ülke arasındaki mevcut 13,5 milyar dolarlık ticaret hacminin yetersiz ve iki ülkenin potansiyelinin altında olduğunun altını çizdi ve bu rakamı hedeflenen 20 milyar avroluk bir seviye taşımanın gereğinden bahsetti. Fransa'nın dünyanın en büyük 5’inci, Avrupa’nın en büyük 2’nci ekonomik gücüyken, Türkiye'nin satın alma gücüne göre dünyanın 13’üncü, Avrupa’nın ise 5’inci büyük ekonomisi olduğunun altını çizen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransız iş adamları ve yatırımcılarına Türkiye’nin 2017 yılının 3’üncü çeyreğinde yüzde 11’lik bir büyüme hacmini yakalayarak, 2017 yılını yüzde 7’nin üzerinde bir büyümeyle tamamlayacağını hatırlattı ve bu büyüme oranlarıyla Türkiye’nin bir kez daha G-20 ve OECD ülkeleri arasında en hızlı büyüyen ekonomi durumuna geleceğine olan inancını tekrar dile getirdi.

Fransız yatırımcılara güven vermeyi arzulayan bu açıklamalardan anlaşılan o ki, AB’nin ABD, Çin, İsviçre ve Rusya’dan sonra 5. büyük ticaret ortağı olan ve AB’nin de kendisinin en büyük ticaret ortağı olduğu (Fransa Türkiye’nin en fazla ticaret yaptığı ilk 5 AB ülkesi arasında) Türkiye, Fransa ile ikili ilişkilerde “bardağın dolu tarafına” bakmayı tercih ediyor ve anlaşmazlıkları iki ülke arasında ivme kazanan ticaret ilişkileriyle aşmayı umuyor. Zaten ekonomik veriler de Türkiye’nin, İngiltere’nin birlikten çıkmasının ardından Almanya’dan sonra en fazla ticaret yaptığı ülkeler arasında ilk üçe giren Fransa ile ilişkilerini Almanya ile olduğu gibi ticaret ve ekonomi odaklı hale dönüştürmek istediği konusunda ipuçları veriyor.

İlişkiler stratejik bir boyut kazanabilir mi?

Erdoğan-Macron görüşmesi sırasında imzalanan üç önemli anlaşmadan biri, Türkiye adına ASELSAN ve ROKETSAN’ın Fransa-İtalya konsorsiyumu olan EUROSAM ile 18 ay gibi bir süreyi kapsayan ve 2020'lerin ortalarında üretileceği ve geliştirileceği duyurulan hava savunma sistemi anlaşmasıdır. Hayalet uçaklara, insansız hava araçlarına ve füzelere karşı savunma amaçlı kullanılması öngörülen bu yeni savunma sistemi anlaşmasını esasen Türkiye’nin kısa bir süre önce Rusya ile imzalamış olduğu S-400 füze savunma sistemi anlaşması sonrasında çıkan ve Türkiye’nin askeri ve stratejik meselelerde NATO ve Batılı müttefiklerinden uzaklaşmaya başladığı ve bu anlaşmanın Türkiye’nin NATO üyeliğinin “raison d’etre” (varlık sebebi)’ni ortadan kaldırdığı iddialarına verilen bir cevap olarak da nitelendirmek mümkün. Bu bağlamda EUROSAM anlaşması, Türk liderlerin NATO müttefiklerine sıklıkla izah ettiği gibi S-400’leri almalarındaki en önemli sebebin ülkelerinin hava savunma sistemini çeşitlendirmek istemeleri olduğuna dair ifadelerini doğrular nitelikte olup, Türkiye’nin hava savunma sistemini geliştirirken bir denge arayışı içerisinde yoluna devam edeceğinin sinyallerini veriyor.

Fransa ile imzalanan diğer anlaşmalar ise Airbus ve Türk Hava Yolları (THY) arasında, 25 adet A350-900'ün satın alma görüşmelerine başlamak adına mutabakat zaptı anlaşması, üçüncü olarak ise Türk Eximbank ve BPIFrance Assurance Export arasında karşılıklı reasürans anlaşması olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlaşmalara ek olarak Fransa’dan 5 bin 700 ton et ihracatına olanak verecek bir mutakabat da imzalandı. Yine Fransız Cumhurbaşkanı Macron ülkesinin Sinop nükleer santraliyle de ilgilenebileceğine dair bazı sinyaller de verdi. Neredeyse AB, insan hakları ve bölgesel meselelerin de önüne geçecek kadar dolu bir ekonomi gündemi olan Erdoğan-Macron görüşmesi, bundan sonraki yıllarda ikili ilişkilerde “ticaret” ve “askeri ortaklık” gibi başlıkların ağırlıklı olarak yer tutacağı izlenimini veriyor.

Öte yandan, Erdoğan-Macron görüşmesinin diğer bir önemli sonucu ise her iki ülkenin Ortadoğu ile ilgili birçok meselede söylemsel olarak aynı çizgide yer almakla birlikte pratikte ve metotta farklılaştığını gözler önüne sermesidir. Özellikle uluslararası terörle mücadele, Esed’in geleceği, DEAŞ ve PKK ile mücadele gibi konularda, yine Kudüs meselesinde Fransa ile Türkiye birbirine cok yakın bir dış politika söylemi benimsemiş gözüküyor. Esasen, Macron’un ülkesini özellikle Ortadoğu’ya çok fazla angaje etmek ve sahada olmak niyetinde olmadığı, onun yerine Lübnan meselesinde olduğu gibi daha çok kriz çözümü süreçlerinde başı çeken bir aktör olarak kendini konumlandırdığını görüyoruz. Fransa ayrıca Soçi ve Astana süreçlerine aktif ya da gözlemci olarak katılmak istemeyerek Suriye’de barışın inşa sürecinde öncül bir rol oynamaktan ziyade ihtiyaç duyulduğunda sürece angaje olacak ve diplomatik rol üstlenecek ikincil bir aktör rolü oynamayı tercih ediyor. Bu stratejiyle aynı zamanda Suriye’de öne çıkan bir aktör olma durumunun ülkesinin DEAŞ ve diğer terör örgütleriyle olan mücadelesini sekteye uğratmasını istemiyor.

Sonuç olarak, Erdoğan-Macron görüşmesinin ikili bir sonucu olduğu söylenebilir: İlk olarak, geçmiş dönemlerde Türkiye karşıtlığıyla beslenen Fransız siyasetinin rasyonel bir dönüşüm içerisinde olduğu ve ilişkilerde “AB tıkanıklığı”’nın ötesine geçilmesi gerektiğine dair bir bilincin ortaya çıktığı söylenebilir. İkinci olarak ise görüşmeler Türkiye’nin AB’ye üyelik perspektifine olan inancın kaybolduğunu göstermektedir ki bu da bundan sonraki dönemde bu söylemin diğer Avrupa başkentleri ve AB kurumlarınca da sıklıkla dile getirilip benimsenebileceği olasılığının bütün gerçekliğiyle ortada olduğuna işaret etmektedir.

[Doç. Dr. Emel Parlar Dal Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.